10 Ekim 2009 Cumartesi

HACI AHMET EFENDİ DÜNYASINI DEĞİŞTİRDİ

Hızır Aleyhisselam'ın şekliyle,kivre oldu oğlum Muhammed Emin'e.
Kivre oluşundaki hikmeti daha sonra anlatırım insallah.
Allah rahmet eylesin.


Bize nasip oldu elhamdulillah.Şahidol Ya Rabb.

Çerkez Ali Efendi'yi ziyaretimizde bize nasib olmuştu bu kare.


Ne hikmetse bir gün yanımıza geldi ve'' Çerkez Ali Efendi'yi özledim,beni ona götür''dedi.Ben de Tufanbeyli'nin Polatpınar köyü'nde ikamet eden Ali amcanın yanına götürdüm.Ali amca Ahmet Efendi'yi görünce öyle bir sevindi ki, sanki ölürken cennet bahçelerini gören biri gibiydi.Ben takılarak :''Neyi var bunun bukadar sevindin Ali amca,namazı bile''...derken;''ona sorulmaz '',deyişindeki kendinden emin halini görseydiniz.Ondan gurur duyduğu ve bilmediğimiz alemlerden tanıdığını anlayabilirdiniz.


Hamdolsun seni sevdik bu dünyada.








Allah rahmet etsin.

3 Mart 2009 Salı

MEKTUBAT-I RABBANİ'DEN

1. Peygamberimiz (a.s) buyurdu ki: (Bir kimsenin mâlâ-yanî ile, yanî fâidesiz şeylerle uğraşması, boş vakt geçirmesi, Allahü teâlânın onu sevmediğine işâretdir!)
Biz kuluz. Sâhibimizin emrindeyiz. Başı boş değiliz. Her istediğimizi yapmağa serbest değiliz
3. Allahü teâlânın emrlerini yapmamak, iki sebebden ileri gelir: 1- Allahü teâlânın emrlerine, yasaklarına inanılmamışdır. 2- Allahü teâlânın emrlerine ehemmiyyet vermemekdir
. Resûlullahın (s.a.v), kâfirlere gâlib gelmesi ve işlerin kolaylaşması için, muhâcirlerin fakîrleri hurmetine düâ buyurduğu, bildirilmekdedir.
5.İslâmiyyete uymakla zînetlenen bir kimse, dünyânın zararından kurtulmuş olur ve âhıreti kazanır. Dünyâyı, böyle hükmen de terk edemiyen kimse, münâfık demekdir. Îmânlı olduğunu söylemesi, âhıretde kendisini kurtaramaz. Yalnız dünyâda, malını ve cânını korur.
6.Resûlullah (s.a.v)buyurdu ki: (Ümmetimden, hak üzere olan, doğru yolda yürüyen, her zemân bulunacakdır. Bunlara karşı duranlar, bunlara zarar yapamaz. Bunlar, Allahü teâlânın takdîr etdiği sâate kadar, işlerini yapacakdır).
7. Bu yolun büyükleri buyuruyorlar ki, (Allahü teâlâdan başka herhangi birşeyi kalbden geçirmek için uğraşılsa, hiç geçmemelidir). İş, bu dereceye varmadıkça, kalb selâmet bulamaz. Bugün, bu nimete kavuşan kimse, anka kuşu gibidir. Yanî yokdur. Hattâ buna inanacak kimse de, kalmamışdır.
8. Eshâb-ı Kehf, bir hicret yaparak din düşmanları arasından çıkdıkları için şerefli oldular. Peygamberimiz (a.s) bir hadîs-i şerîfde, (Fitnenin, fesâdın çoğaldığı zemânda ibâdet etmek, hicret ederek benim yanıma gelmek gibidir) buyurdu.

9. Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben hâlime. Titrerim mücrim gibi, bakdıkca istikbâlime!

10.Dostu dosta ölümle kavuşduruyorlar. Bunun için, Allahü teâlânın âşıkları, ölümü düşünerek tesellî buluyor, üzüntüleri azalıyor. Ankebût sûresinin beşinci âyetinde meâlen,
Allahü teâlâya kavuşmak istiyenler! Biliniz ki, Allahü teâlâya kavuşmak zemânı herhâlde gelecekdir, buyuruldu.
11.Mezârdaki ölü, denizde boğulmak üzere olan kimse gibidir, babasından, anasından, kardeşinden ve arkadaşlarından gelecek bir düâyı hep beklemekdedir, buyuruldu.

Bundan başka, onların ölümünü görerek, kendi ölümünü de düşünmeli. Bütün varlığı ile, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmağa sarılmalıdır. Dünyâ hayâtının insanı aldatmakdan başka birşey olmadığını düşünmelidir. Dünyâ kazançlarının Allahü teâlânın yanında az bir kıymeti olsaydı, düşmanı olan kâfirlere ondan kıl ucu kadar vermezdi. Allahü teâlâ, bizi ve sizi, kendisinden başka herşeyden yüz çevirmekle nimetlendirsin! Yalnız kendisine bağlanmakla şereflendirsin! Bu düâmızı, Peygamberlerin efendisi hurmetine kabûl buyursun (aleyhi ve alâ âlihi ve aleyhim minessalevâti efdalühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ)! Vesselâm, vel ikrâm.

12. Kalbin itminâna kavuşması, ancak zikr ile olur. İncelemekle, düşünmekle olmıyacağı bildirilmekdedir

Çünki, zikr ederken, O mukaddes zât ile bir bağlılık hâsıl olur, her ne kadar, Onunla hiçbir bağlılık kurulamaz. Ayaklar altındaki toprak nerede, herşeyin sâhibi olan nerede? Fekat hâtırlayan ile, hâtırlanan arasında az bir bağlantı hâsıl olur. Bu bağlılıkdan da, sevgi doğar. Zikr edenin kalbini sevgi kaplayınca, kalbde itmînân hâsıl olur. Kalbde itmînân hâsıl olması, insanı sonsuz seâdetlere kavuşdurur.
13. Hak teâlâ hazretleri, Muhammed Mustafânın dîni caddesinde bulundursun (alâ sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıyye)!
Herkese önce lâzım olan şey,
Ehl-i sünnet vel-cemâat âlimlerinin anladıklarına ve bildirdiklerine uygun olarak itikâdı düzeltmekdir. Cehennemden kurtulacağı bildirilen bir fırka, bu âlimlerin fırkasıdır.
Îmânı düzeltdikden sonra,
farzları,
sünnetleri,
vâcibleri,
müstehabları
harâmı,
helâli,
mekrûhu
müştebehi, yanî şübheli olan şeyleri öğrenmek ve bu fıkh bilgilerine göre hareket etmek lâzımdır.
Bu itikâd ve amel iki kanadına kavuşunca, eğer Allahü teâlâ yardım eder, izn verirse, hakîkat âlemine uçulabilir. Bu iki kanat elde edilmeksizin, hakîkat âlemine uçulamaz.

14. Bu yolun büyükleri buyuruyorlar ki, (Allahü teâlâdan başka herhangi birşeyi kalbden geçirmek için uğraşılsa, hiç geçmemelidir). İş, bu dereceye varmadıkça, kalb selâmet bulamaz. Bugün, bu nimete kavuşan kimse, anka kuşu gibidir. Yanî yokdur. Hattâ buna inanacak kimse de, kalmamışdır.
15. Peygamberimiz (a.s) bir hadîs-i şerîfde, (Fitnenin, fesâdın çoğaldığı zemânda ibâdet etmek, hicret ederek benim yanıma gelmek gibidir) buyurdu.

16. İslâmiyyetin emrlerini yapmak ve tarîkatin ve hakîkatin hâllerine kavuşmak, hep nefsin küfürden ve kalbin günâhlardan temizlenmesi içindir. Nefs temizlenmedikçe ve kalb selâmet bulmadıkça, hakîkî îmân hâsıl olmaz. Felâketlerden, azâblardan kurtulmak için, hakîkî îmâna kavuşmak lâzımdır. Kalbin selâmeti için, Allahü teâlâdan başka hiçbirşeyin kalbe gelmemesi lâzımdır. Bin sene yaşamış olsa, kalbe hiçbirşey gelmemelidir. Çünki, bu zemân kalb, Allahü teâlâdan başka herşeyi büsbütün unutmuşdur. Eğer, birşeyi hâtırlamak için uğraşsa, hâtırlayamaz. Bu hâle (Fenâ fillah) denilmişdir. Bu yolun basamaklarından birincisi, fenâ basamağıdır. Fenâ makâmına kavuşulmadıkca, hiçbir şey elde edilemez.
Evveliniz ve sonunuz selâmet olsun!
17. Vilâyet), yanî Velî olmak, Fenâ ve Bekâ denilen iki nimete kavuşmak demekdir. Fenâ ve Bekâya kavuşmak, bu yakîni ele geçirmek içindir. Yoksa, Fenâ-fillah ve Bekâ-billah diyerek, Allahü teâlâ ile birleşmek, hulûl gibi şeyler anlamak, ilhâd ve zındıklıkdır.
Evet, tesavvuf yolunda ilerlerken, Allahü teâlâya olan fazla aşk, sevgi sebebi ile serhoşluk gibi, bazı hâller hâsıl olur. Bu vakt, bazı bilgiler yanlış anlaşılır. Böyle hâlleri geçmek, atlamak lâzımdır. Böyle anlayışlar için tevbe, istigfâr etmek lâzımdır. Tesavvuf büyüklerinden İbrâhîm bin Şeybân-i Kazvînî buyuruyor ki: (Fenâ ve Bekâ bilgileri, Allahü teâlânın bir olduğuna hâlis inananlarda ve ibâdetlerini doğru yapanlarda bulunur. Başkalarının Fenâ ve Bekâ olarak söyledikleri, hep yalandır ve zındıklıkdır). Bu sözü, tâm yerindedir ve kendisinin doğru yolda bulunduğunu göstermekdedir.
(Fenâ-fillâh) demek, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği şeylerde fânî olmak demekdir. Yanî hep Onun sevdiklerini sevmek, Onun sevdikleri, kendine sevgili olmakdır
18. Bu yolun büyüklerinden bazısı Allahü teâlâya her ân âgâh olduklarını ve uyku zemânında da, her ân, Onu hâtırladıklarını haber vermişdir. Bunun nasıl olacağını soruyorsunuz. Kıymetli efendim! Bunu anlatabilmek için, önce birkaç şeyi bildirmek lâzımdır. Kısaca yazıyorum. Dikkatli okuyunuz!
İnsanın rûhu, bu gördüğümüz cesed ile birleşmeden önce, terakkî edemez, ilerliyemezdi. Kendine mahsûs makâmda, derecede bağlı ve mahbûs gibi idi. Fekat, bu cesede indikden sonra, yükselebilmek hâssası ve kuvveti ona verilmişdir. Bu hâssası, onu melekden üstün ve şerefli yapmışdır. Allahü teâlâ lutf ederek, ihsân ederek, rûhu, bu hissiz, hareketsiz olan, hiçbir şeye yaramıyan, karanlık cesed ile birleşdirdi. Rûh ışığını, karanlık cesed ile birleşdiren, madde olmıyan, zemânlı, mekânlı olmıyan rûhu, maddeden yapılan cesed ile bir arada bulunduran, Allahü teâlâ, çok büyükdür. Bütün büyüklük, üstünlükler, yalnız Ona mahsûsdur. Onda hiç kusûr olamaz. Bu sözün manâsını iyi kavramak lâzımdır. Rûh ile cesed, her bakımdan, birbirinin aksi, zıddı olduğundan, bunların bir arada kalabilmesi için, Allahü teâlâ, rûhu nefse âşık etdi. Bu sevgi, bunların bir arada kalmasına sebeb oldu. Kur'ân-ı kerîm, bu hâli bize haber veriyor. Vettîn sûresinin bir âyetinde meâlen, (Biz insanın rûhunu, güzel bir sûretde yaratıp, sonra en aşağı dereceye indirdik) buyuruldu. Rûhun bu dereceye düşürülmesi ve bu aşka tutulması, kötülemeğe benzeyen bir medhdir. İşte rûh, nefse karşı olan bu aşkı, sevgisi sebebi ile, kendini nefs âlemine atdı ve nefse tâbi, esîr oldu. Hattâ, kendinden geçdi. Kendisini unutdu. Nefs-i emmâre hâlini aldı. Sanki nefs-i emmâre oldu. Rûh, her şeyden dahâ latîf, olduğundan, madde bile olmadığından, her ne ile birleşirse onun hâline, şekline ve rengine girer. Kendini unutduğu için, evvelâ kendi âleminde, derecesinde iken, Allahü teâlâya olan bilgisini de unutdu. Câhil ve gâfil oldu. Nefs gibi cehâlet karanlığı ile karardı. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu, çok acıdığı için, Peygamberler (a.s) gönderip, bu büyükler vâsıtası ile rûhu kendine çağırdı ve maşûku, sevgilisi olan nefse uymamasını, nefsi dinlememesini ona emr etdi. Rûh bu emri dinleyip, nefse uymaz, ondan yüz çevirir ise, felâketden kurtulur. Yok eğer, başını kaldırmaz, nefsle berâber kalmak, bu dünyâdan ayrılmamak isterse, yolunu şaşırır, seâdetden uzaklaşır. Bu sözümüzden, rûhun, nefsle birleşmiş olduğu, hattâ kendisini unutup, nefs hâlini almış olduğu anlaşıldı. İşte rûh, bu hâlde kaldıkca, nefsin gafleti, câhilliği, rûhun da gafleti, cehâleti olur. Yok eğer, rûh, nefsden yüz çevirir, ondan soğur, onun yerine Allahü teâlâyı severse ve kendi gibi, bir mahlûku sevmekden kurtulup, sonsuz var olan, hakîkî Bâkîye âşık olup, bu aşk ile kendinden geçerse, zâhirin, yanî nefsin gafleti, cehâleti, bâtına, yanî rûha sirâyet etmez. O, Allahü teâlâyı bir ân unutmaz. Nefsin gafleti, ona nasıl tesîr etsin ki, o nefsden, temâmen ayrılmışdır. Zâhirden, bâtına hiçbir şey geçmemişdir. İşte bu vakt, zâhir gafletde iken, bâtın âgâhdır, uyanıkdır. Her ân Rabbi iledir. Meselâ, bâdem yağı, bâdem çekirdeğinde bulunduğu müddetce ikisi de aynı birşey gibidir. Yağ, posadan ayrılınca, her ikisinin hâssaları başkadır ve her bakımdan ayrı iki şey olurlar. İşte, bu hâle yükselmiş olan, bir mesûd, bir bahtiyâr kimseyi, bazan, tekrâr bu âleme indirirler. Allahü teâlâya ârif ve âlim olduğu hâlde, bu âleme döndürüp, onun mubârek, şerefli varlığı vâsıtası ile, âlemi nefslerin karanlığından, cehâletinden kurtarırlar. Böyle mubârek bir kimse, insanların arasında bulunur. Görünüşde herkes gibidir, fekat rûhu hiçbir şeye bağlı değildir. Allahü teâlâya olan bilgisi ve sevgisi iledir. İstemediği hâlde, onu bu âleme döndürmüşlerdir. Böyle bir müntehî, hakîkate erişen biri, görünüşde, başkaları gibi, Allahü teâlâyı unutmuş, mahlûkların sevgisine tutulmuş sanılır. Hâlbuki, hakîkatde, kendisi, bunlara hiç benzememekdedir. Birşeyin sevgisine tutulmakla, ondan soğuyup, yüz çevirmek arasında çok fark vardır. Şunu da bildirelim ki, böyle bir müntehînin, mahlûklara olan alâkası ve sevgisi, kendi ihtiyârında, elinde değildir. Dünyâya rağbet etmez. Hattâ, Allahü teâlâ, bu alâkayı istemekde ve beğenmekdedir. Başkalarının alâkası, sevgisi ise, kendilerindendir, dünyâya sarılırlar. Allahü teâlâ bu alâkalarından râzı değildir, beğenmez. Başka bir fark da, başkaları bu âlemden yüz çevirip, Allahü teâlâyı tanımağa ve sevmeğe kavuşabilirler. Müntehînin, halkdan yüz çevirmesine ise, imkân yokdur. Onun halk ile olması, vazîfesidir. Ancak, vazîfesi biterse, o zemân onu, bu geçici dünyâdan, ebedî, sonsuz âleme nakl ederler. Hakîkî makâmına kavuşur.
Tesavvuf büyükleri, davet makâmını, irşâd derecesini, başka başka anlatmışlardır. Çokları, (Halk arasında, Hak ile olmakdır) dedi. Sözlerin başkalaşması, söz sâhiblerinin hâlleri, dereceleri başka başka olduğu içindir. Herkes, kendi makâmına göre, söylemişdir. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir. Seyyid-üt-tâife Cüneyd-i Bağdâdînin (kuddise sirruh), (Nihâyete varmak, başlangıca dönmekdir) buyurması işte, yukarda bildirdiğimiz davet makâmına uygun bir tarifdir. Çünki, başlangıcda, hep mahlûkât görülmekde ve sevilmekdedir. Nitekim, (İki gözüm uyur, fekat kalbim uyumaz) hadîs-i şerîfi, kendilerinin Allahü teâlâya olan dâimî bağlılık ve uyanıklığını bildirmiyor; belki, kendi hâllerine ve ümmetinin hâllerine uyanık olup, gâfil olmadığını haber vermekdedir. Bunun içindir ki, Peygamberimizin (s.a.v) uyuması, abdestini bozmaz idi. Peygamber, ümmetini korumakda, bir sürünün çobanı gibi olduğu için, ümmetini bir ân unutması, Peygamberlik makâmına uygun olmaz. Bunun gibi, (Allahü teâlâ ile öyle vaktlerim oluyor ki, o zemânlarda, aramıza hiçbir üstün melek ve Peygamber giremez) hadîs-i şerîfi de, her zemân değil, bazandır. Bu zemânlarda da, mahlûklardan yüz çevirip, ayrılması îcâb etmez. Çünki, Allahü teâlâ, ona tecellî etmekde, görünmekdedir. Yoksa O, mahlûkları unutup, tecellîleri aramakda değildir. Maşûkun, âşıka cilvesi gibi olup, âşık maşûkun peşinde değildir.
Fârisî beyt tercemesi: Sûret aynasında sefer, hareket olmaz, Çünki onda nûrânî olmıyan sûret olmaz.
Hulâsa, mahlûklara dönülünce, önce kalkmış olan perdeler, geri gelmez. Arada perde olmadığı hâlde, onu mahlûklar arasına salıp, mahlûkların kurtulmasına, uyandırılmasına sebeb ve vâsıta kılarlar. Böyle bir kimse, böyle bir pâdişâha çok yakın olan, bir devlet adamı gibidir. Bununla berâber, kendisine milletin işlerini görmek, dertlerini çözmek vazîfesi de verilmişdir. Sona gelip, geri dönmüş olanlar ile henüz başlangıçda olanlar arasındaki farklardan biri de budur. Çünki, başda olanlar, perdelerin arkasındadır. Geri dönmüş olanlardan ise, perdeler kalkmışdır. Allahü teâlâ size ve doğru yolda olanlara selâmet versin! Âmîn.
Ana Sayfa
18. Nefs, emmârelik yapdığı zemân, buna karşı söylenen şeyler doğrudur. Fekat nefs, itmînâna geldikden sonra, ona karşı gelmenin yeri yokdur. Çünki, o zemân nefs, Hak teâlâdan râzıdır. Hak teâlâ da ondan râzıdır. Nefs beğenilmekde ve kabûl olunmakdadır. Kıymetli olana karşı gelinmez. Onun istekleri, Hak teâlânın istekleridir. Çünki, nefsin itmînâna kavuşması için, Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanması lâzımdır. Artık o, mukaddes olmuş, her dürlü kusûrdan temizlenmiş, karşı durulacak yeri kalmamışdır. Kendisine bakılamıyacak derecelere yükselmişdir. Her söylediğimiz bizde kalır.
Fârisî beyt tercemesi: Kendinden haberi olmıyan kimse, Nerde kaldı, başka şeyleri bile?
Çok olur ki, câhiller, nefsden hiç haberleri olmadığı için, mutmainneyi emmâre sanırlar. Nefs-i emmâreye karşı yapdıklarını, nefs-i mutmeinneye de yaparlar. Nitekim kâfirler, Peygamberleri (aleyhimüssalevâtü vetteslîmât) başka insanlar gibi sanıyorlar. Peygamberliğin yüksekliğine inanmıyorlar. O büyüklere (aleyhimüssalevâtü vettehıyyât) ve nların yolunda gidenlere inanmamakdan Allahü teâlâya sığınırız!
19. Hiçbirşey sohbet gibi fâideli değildir. Resûlullahın (s.a.v) Eshâbı, sohbet ile, başkalarından dahâ üstün oldular. Peygamberlerden (a.s) başka herkesden, hattâ Veysel Karânîden ve Ömer Mervânîden dahâ üstün oldular. Hâlbuki Veysel Karânî ile Ömer bin Abdülazîz bin Mervân son dereceye yükselmişler ve sohbetden başka kemâlâtın hepsine varmışlardı. Bunun için, Hazret-i Muâviyenin yanılması, Resûlullahın sohbeti bereketi ile, o ikisinin doğru işlerinden dahâ hayrlı oldu. Bunun gibi, Amr ibni Âsın yanlış bir işi, o ikisinin şüûrlu işinden dahâ üstün oldu. Çünki bu büyükler, Resûlullahı görmekle ve melekle birlikde bulunmakla ve vahyi ve mucizeleri görmekle, îmânları görerek inanmak oldu. Bu saydığımız üstünlükler, bütün başka üstünlüklerin temelidir, kaynağıdır. Eshâb-ı kirâmdan başkası bunlara kavuşamamışdır. Veysel Karânî, sohbetin bu üstünlüklerini bilseydi, hiçbirşey onu sohbetden alıkoyamazdı. Bu üstünlüğe kavuşmak için herşeyi bırakırdı.
Allahü teâlâ dilediğine rahmetini saçar. Onun ihsânı boldur.
Fârisî beyt tercemesi: İskender, âb-ı hayâta kavuşamadı, Nimete kavuşmak zorla, zerle olmadı.
Yâ Rabbî! Bu dünyâda bizi O büyüklerin zemânında yaratmadın ise de, âhıretde mahşer meydânında bizi onların arasında bulundur! Peygamberlerin efendisi hurmetine (aleyhi ve aleyhimüssalâtü vettehıyyâtü vetteslîmât) bu düâmızı kabûl buyur!
20. Bir farzın elden kaçmasına sebeb olan nâfile ibâdet, hac bile olsa, hiçbirşeye yaramıyacağı bildirilmekdedir:
Akllı kardeşim. İsmi gibi temiz olan molla Tâhirin kıymetli mektûbu geldi. Kardeşim! Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlânın, bir kulunu sevmemesi, onun fâidesiz şeylerle uğraşmasından anlaşılır) buyuruldu. Bir farzı yapmayıp, bir nâfile ibâdeti yapmak da, boşuna uğraşmakdır. Bunun için, ne ile vakt geçirdiğimizi incelemeliyiz. Ne ile uğraşdığımızı anlamalıyız. Nâfile ibâdet mi, yoksa farz olan ibâdeti mi yapıyoruz? Bir nâfile hac yapmak için bir çok yasaklar, harâmlar işleniyor. İyi düşünmelisiniz! Aklı olana bir işâret yetişir. Size ve arkadaşlarınıza selâm ederim.

21. Yola çıkmak için, yolluk parası bulunması şartdır. Buna gücü olmayanın hacca gitmesi, boş yere vakt geçirmek olur. Dahâ lüzûmlu işi bırakıp da, farz olmayan işi yapmak uygun olmaz.

22. Cemıyyet sâhiblerinin sohbetinde bulunmak lâzım olduğu bildirilmekdedir:
Mîr hazretleri unutmuş olacaklar ki, bir selâm ve bir haber ile hâtırlamıyorlar. Dünyâ hayâtı pek kısadır. Bunu en lüzûmlu şeyde kullanmak gerekir. Bu en lüzûmlu şey de, kalbini toparlamış olanların yanında bulunmakdır. Hiçbirşey sohbet gibi fâideli değildir. Resûlullahın (s.a.v) Eshâbı, sohbet ile, başkalarından dahâ üstün oldular. Peygamberlerden (a.s) başka herkesden, hattâ Veysel Karânîden ve Ömer Mervânîden dahâ üstün oldular. Hâlbuki Veysel Karânî ile Ömer bin Abdülazîz bin Mervân son dereceye yükselmişler ve sohbetden başka kemâlâtın hepsine varmışlardı. Bunun için, Hazret-i Muâviyenin yanılması, Resûlullahın sohbeti bereketi ile, o ikisinin doğru işlerinden dahâ hayrlı oldu. Bunun gibi, Amr ibni Âsın yanlış bir işi, o ikisinin şüûrlu işinden dahâ üstün oldu. Çünki bu büyükler, Resûlullahı görmekle ve melekle birlikde bulunmakla ve vahyi ve mucizeleri görmekle, îmânları görerek inanmak oldu. Bu saydığımız üstünlükler, bütün başka üstünlüklerin temelidir, kaynağıdır. Eshâb-ı kirâmdan başkası bunlara kavuşamamışdır. Veysel Karânî, sohbetin bu üstünlüklerini bilseydi, hiçbirşey onu sohbetden alıkoyamazdı. Bu üstünlüğe kavuşmak için herşeyi bırakırdı.
Allahü teâlâ dilediğine rahmetini saçar. Onun ihsânı boldur.
Fârisî beyt tercemesi: İskender, âb-ı hayâta kavuşamadı, Nimete kavuşmak zorla, zerle olmadı.
Yâ Rabbî! Bu dünyâda bizi O büyüklerin zemânında yaratmadın ise de, âhıretde mahşer meydânında bizi onların arasında bulundur! Peygamberlerin efendisi hurmetine (aleyhi ve aleyhimüssalâtü vettehıyyâtü vetteslîmât) bu düâmızı kabûl buyur!

23. YÜZYİRMİÜÇÜNCÜ MEKTÛB
Bu mektûb, yine molla Tâhir-i Bedahşîye yazılmışdır.
Bir farzın elden kaçmasına sebeb olan nâfile ibâdet, hac bile olsa, hiçbirşeye yaramıyacağı bildirilmekdedir:
Akllı kardeşim. İsmi gibi temiz olan molla Tâhirin kıymetli mektûbu geldi. Kardeşim! Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlânın, bir kulunu sevmemesi, onun fâidesiz şeylerle uğraşmasından anlaşılır) buyuruldu. Bir farzı yapmayıp, bir nâfile ibâdeti yapmak da, boşuna uğraşmakdır. Bunun için, ne ile vakt geçirdiğimizi incelemeliyiz. Ne ile uğraşdığımızı anlamalıyız. Nâfile ibâdet mi, yoksa farz olan ibâdeti mi yapıyoruz? Bir nâfile hac yapmak için bir çok yasaklar, harâmlar işleniyor. İyi düşünmelisiniz! Aklı olana bir işâret yetişir. Size ve arkadaşlarınıza selâm ederim.
Allaha kulluk ederim, tapdığım dergâh bir, Bir lahza ayrılmadım tevhîdden Allah bir!
24. YÜZYİRMİALTINCI MEKTÛB
Bu mektûb, yine mîr Sâlih Nişâpûrîye yazılmışdır. Tâlibin bâtıl, bozuk mabûdlardan kurtulması, hak, doğru mabûdü düşünmesi ve hâtırına gelen herşeyi de kovması bildirilmekdedir:
Mîr Seyyid kardeşim! Tâlib (Lâ ilâhe) derken, kendi içinde ve dışarda olan bütün bozuk mabûdları yok etmesi ve (İllallah) derken, hak mabûd olarak fikrine, vehmine gelen şeylerin hepsini de nefy etmesi, koğması lâzımdır. Hak olan bir mabûdün yalnız var olduğunu düşünmeli, bundan başka hâtırına hiçbirşey getirmemelidir. Allahü teâlânın zâtında hiçbirşey ve vücûd yanî var olması bile bulunmaz. Onu, vücûdden başka olarak aramak lâzımdır. Ehl-i sünnet âlimleri (Allahü teâlâ onların çalışmalarına bol bol iyilikler versin!) ne güzel söylemişlerdir. Allahü teâlânın vücûdü, zâtından başkadır, buyurmuşlardır. Vücûdü zâtdan başka bilmemek ve vücûdden başka birşeyin varlığına inanmamak, kısa görüşlü olmakdır. Şeyh Alâüddevle, (Vücûd âleminin üstünde, Melik-il-vedûd âlemi vardır) demişdir. Bu fakîri vücûd mertebesinden yukarı götürdüklerinde, çok zemân, o hâlde kalmışdım. Zevk ile, vicdân ile kendimi (Muattala fırkası)ndan yanî sıfatlara inanmayanlardan sanmışdım. Allahü teâlânın vücûd sıfatını bilmedim. Çünki, vücûd sıfatı geride kalmışdı. Zât mertebesinde vücûdun yeri yokdu. O hâldeki îmânım, îmân-ı taklîdî idi. Tahkîkî değildi. Sözün kısası, insanın hâtırına, hayâline gelen herşey de, kendisi gibi mahlûkdur. Mahlûklarından kendisine doğru hiçbir yol açmayan, yalnız Onu anlamakdan âciz olmak, gücü yetememek yolunu açık bırakan Rabbimizi tesbîh ederiz. O her aybdan, kusûrdan, lekeden uzakdır, temizdir. (Fenâ-fillah) ve (Bekâ-billah) denilen mertebelere varmak, mümkin vâcib olur demek değildir. Böyle şey olamaz. Böyle şeyin olması, hakîkatleri bozmak, birbirine karışdırmak olur. Mahlûk, sonradan yaratılmış olanlar, vâcib olamayacakları, hep var olamayacakları için, vâcibden mümkinin eline geçen şey yalnız Onu anlıyamamakdır.
25. YÜZYİRMİYEDİNCİ MEKTÛB
Bu mektûb, molla Safer Ahmed-i Rûmîye yazılmışdır. Anaya babaya hizmet, her ne kadar sevâb ise de, hakîkî matlûba kavuşmak yanında, boşuna uğraşmak olur. Hattâ günâh olduğu bildirilmekdedir:
Kıymetli mektûbunuz geldi. Buraya gelemediğinizin sebebini yazıyorsunuz. Doğrudur. Şimdiye kadar yapdığınızdan dahâ da çok yapınız. Lâzım olan hizmeti tâm yapamadığınızı düşününüz. Ahkâf sûresinin onbeşinci âyetinde meâlen, (İnsanlara, analarına babalarına ihsân etmelerini söyledik) buyuruldu. Lokmân sûresinin ondördüncü âyetinde meâlen, (Bana ve anana babana şükr et!) buyuruldu. Böyle olmakla berâber, bütün bu iyi işler, hakîkî varlığa kavuşmak yanında boş, fâidesiz kalırlar. Sülûk konaklarını geçmek yanında lüzûmsuz, boş şeylerdir. (Ebrârın iyilik olarak yapdıkları, mukarrebler yanında günâh olur) sözünü işitmişsinizdir.
26. YÜZYİRMİSEKİZİNCİ MEKTÛB
Bu mektûb, hâce Mukîme yazılmışdır. Çok yükseklere erişmeği istemelidir.
Ele geçenle doymamak lâzım olduğu bildirilmekdedir:
Kıymetli hâce Muhammed Mukîm! Bu uzakda kalmış olanları unutmayınız! Hattâ, uzakda sanmayınız! Hadîs-i şerîfde, (İnsan, sevdiği ile birlikdedir) buyuruldu. Bu yolun ucu çok uzundur. Aranılan sevgili, çok yüksekdir. Gücümüz, uğraşmamız ise, sonsuz olarak azdır.
Erişilen konaklar, aranılanı andıran serâb gibidir. Allah korusun! Bu konakları, yolun sonu sanmakdan, yabancıları aranılan sevgili sanmakdan ve anlaşılabilen şeyleri, anlaşılamıyan sanarak, yarı yolda kalmakdan Allahü teâlâya sığınırız! Çok yüksekleri aramalı, ele geçenlere bağlanıp kalmamalıdır. Ötelerin ötesini aramalıdır.
Böyle bir istek, böyle çok çalışmak, ancak vazîfe alınan büyüğün teveccühü, dilemesi ile elde edilebilir. Onun teveccühü de, mürîdinin ona olan sevgisi, bağlılığı kadar olur. Bu ise, Allahü teâlânın öyle bir nimetidir ki, dilediğine verir. Onun ihsânı pekçokdur.
27. YÜZYİRMİDOKUZUNCU MEKTÛB
Bu mektûb, seyyid Nizâma yazılmışdır. İnsanda herşeyin bulunması, onun dağılmasına sebeb olmuşdur. Yine bu topluluk, onun yükselmesine de sebeb olduğu bildirilmekdedir:
Kıymetli mektûbunuz geldi. Bütün varlıklardan birer örnek, insanın yapısında vardır. İnsan, kendisinde bulunan her parçadan dolayı bütün varlıklara bağlanmışdır. Onda her varlıkdan birer parça bulunması, onun herşeye bağlanmasına ve bunun sonucu olarak, Allahü teâlâdan uzaklaşmasına sebeb olmuşdur. Çeşidli bağlılıkları sebebi ile, insanın Allahü teâlâdan uzaklığı, herşeyin uzaklığından dahâ çok olmuşdur. Herşeyden dahâ çok mahrûm olmuşdur. Allahü teâlânın yardımı ile, kendini bu dağınık bağlılıklardan toparlarsa, yalnız Ona bağlanırsa, büyük kurtuluşa kavuşmuş olur. Böyle yapmazsa, yolunu sapıtmış, çok uzaklara düşmüş olur. İnsan, herşeyi kendisinde topladığı için, varlıkların en üstünü olmuşdur. Yine bu topluluğu, onun herşeyden dahâ kötü olmasına yol açmışdır. Bu topluluğundan dolayı, tâm bir ayna olmuşdur. Fekat, bu âleme yüz çevirirse, çok lekelenir. Eğer, Allahü teâlâya dönerse, çok parlak olur. Aynası, herşeyin aynasından dahâ çok gösterir. İnsanın, bu çeşidli bağlantılardan büsbütün kurtulabilmesi, yalnız Allahın resûlü Muhammed Mustafâya nasîb olmuşdur (s.a.v). Bundan sonra, başka Peygamberler ve Nebîler, derece derece kurtulmuşlardır . Allahü teâlâ, bizi ve sizi bu bağlantılardan kurtarsın! (Mirâc gecesinde, gözü Ondan hiç ayrılmadı ve taşkınlık yapmadı) kelimeleri ile Kur'ân-ı kerîmde övülen, Allahın resûlü Muhammed Mustafâ hurmetine (s.a.v) bu düâmızı kabûl buyursun! Âmîn. Dahâ çok yazmak usandırıcı olur. Vesselâm, vel-ikrâm.
Harâmdan sakın, farzı yapmağa bak! Farzı yapmazsan, olur hâlin harâb!

28. YÜZOTUZİKİNCİ MEKTÛB
Bu mektûb, molla Muhammed Sıddîk-ı Bedahşîye yazılmışdır. Dünyâya düşkün olanlarla arkadaşlık etmemeli. Dünyânın ne olduğunu iyi bilenlerin sohbetine koşmak lâzım geldiği bildirilmekdedir:
Kardeşim! Görünüşe bakılırsa, fakîrlerin sohbetinden sıkıldığınız, zenginlerle arkadaşlık kurduğunuz anlaşılıyor. Çok fenâ yapıyorsunuz. Bugün gözünüz kapalı ise de, yarın açılacakdır. Fekat o zemân, pişmânlıkdan başka ele birşey geçmiyecekdir. Haberleşmeliyiz.
Ey şaşkın! Senin şu hâlin iki şey olabilir: Zenginlerin arasında iken gönlünü Allahü teâlâ ile yapabilirsin veyâ yapamazsın. Eğer yapabilirsen fenâdır. Eğer yapamazsan dahâ fenâdır. Eğer yaparsan fenâ olur dedik. Çünki istidrâcdır. İstidrâc iyi görünür. Fekat felâkete götürür. Böyle olmakdan Allahü teâlâya sığınırız.
Onların arasında gönlünü Allahü teâlâya veremezsen, dahâ fenâ olur dedik. Çünki, Hac sûresinin, (Dünyâda ve âhıretde ziyân etdiler) meâlindeki onbirinci âyetinde bildirilenlerden olursun. Fakîr çöpçüler, koltukda oturan zenginlerden çok iyidir. Bu söze belki inanırsın. Belki de inanmaz, şaşarsın. Fekat, bir gün gelecek inanacaksın. Lâkin, o inanışın fâidesi olmıyacak. Yağlı, tatlı yemeklere ve süslü, modaya uygun elbiseye düşkünlük, seni bu belâya da sürükledi. Fırsat elden dahâ gitmemişdir. İşin doğrusunu düşününüz! Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine engel olanları düşman biliniz! Onlardan kaçınız! Çok sakınınız! Tegâbün sûresinin, (Çok doğrudur ki, zevcelerinizden ve çocuklarınızdan size düşmân olanlar vardır. Onlardan sakınınız!) meâlindeki ondördüncü âyetini okuyarak gaflet uykusundan uyanmalıdır. Birlikde geçirdiğimiz günlerin haklarını göz önünde tutarak, size bir nasîhat yapıldı. İster dinleyiniz, ister dinlemeyiniz. Önceden de, sizin yersiz davranışlarınızı görerek bu yolda bulunamıyacağınızı anlamışdım. Korkduğum başımıza geldi. (İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci'ûn). Doğru yolda gidenlere ve Muhammed Mustafânın izinde bulunanlara selâm olsun (aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmâtü vettehıyyâtü etemmühâ ve ekmelühâ)! Yaradılışdaki iyiliği ve uygunluğu görerek, sizden başka şeyler umuyordum. Kıymetli cevherinizi çöplüğe atdınız. (İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci'ûn).
29. YÜZOTUZYEDİNCİ MEKTÛB
Bu mektûb, Efganistânlı hâcı Hıdıra yazılmışdır. Nemâz kılmak şerefinin yüksekliğini bildirmekdedir ki, bunu nihâyete yetişen büyükler anlayabilir
Kıymetli mektûbunuz geldi. İçindekiler anlaşıldı. İbâdetlerden zevk duymak ve bunların yapılması güç gelmemek, Allahü teâlânın en büyük nimetlerindendir. Hele nemâzın tadını duymak, nihâyete yetişmiyenlere nasîb olmaz. Hele farz nemâzların tadını almak, ancak onlara mahsûsdur. Çünki, nihâyete yaklaşanlara, nâfile nemâzların tadını tatdırırlar. Nihâyetde ise, yalnız farz nemâzların tadı duyulur. Nâfile nemâzlar, zevksiz olup, farzların kılınması büyük kâr, kazanc bilinir.
30. YÜZKIRKINCI MEKTÛB
Bu mektûb, Muhammed Masûm-i Kâbilîye yazılmışdır. Sevenlerin sıkıntılara, üzüntülere dayanmaları lâzım geldiği bildirilmekdedir:
Fakîrleri seven kardeşim! Kalbinde sevgi taşıyanların sıkıntı ve üzüntü çekmeleri lâzımdır. Dervîşliği seçenlerin dertlere, sıkıntılara alışması lâzımdır.
Fârisî beyt tercemesi: Seni sevmek, dert ve gam tatmak içindir, Yoksa, râhat etdirecek şeyler çokdur.
Sevgili, sevenin çok üzülmesini ister. Böylece, kendinden başkasından büsbütün soğumasını, kesilmesini bekler. Sevenin râhatlığı, râhatsızlıkdadır. Âşıka en tatlı gelen şey, sevgili için yanmakdır. Sükûnet bulması çırpınmakdadır. Râhatı, yaralı olmakdadır. Bu yolda istirâhat aramak, kendini sıkıntıya atmakdır. Bütün varlığını sevgiliye vermek, ondan gelen herşeyi seve seve kapmak acısını, ekşisini, kaşları çatmadan almak lâzımdır. Aşk içinde yaşamak böyle olur. Elinizden geldiği kadar böyle olunuz! Yoksa, gevşeklik hâsıl olur. Sizin çalışmanız iyi idi. Bunun dahâ artmasını beklerken, azalıverdi. Fekat üzülmeyiniz. Eğer, kendinizi bu duraklamadan kurtarırsanız, eskisinden dahâ iyi olur. Sizi bu dağınıklığa sürükleyen şeylerin, toparlanmanıza da sebeb olacaklarını biliniz! Böylece, çalışmanız artar.
Vesselâm.
31. YÜZKIRKBİRİNCİ MEKTÛB
Bu mektûb, molla Muhammed Kılıca yazılmışdır.
Bu işin temeli Muhabbet ve ihlâs olduğu bildirilmekdedir:
Hak teâlâ, Peygamberlerin efendisi hurmetine "aleyhi ve alâ âlihi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" size ilerlemek ihsân eylesin! Kalbinizin hâllerinden arasıra birşey yazmıyorsunuz ki, nasıl olduğunu bilelim. Ondan da yazınız ki, uzakdan ilgilenmemize sebeb olur. Bu işin temeli, sevmek ve sıkı bağlanmakdır. Bir ilerleme anlaşılmıyorsa, üzülmemelidir. Kalbiniz bağlı oldukca, senelerin kazancı bir sâatde ihsân edilebilir. Vesselâm.
Me'ârif ehlini bul, onu dinle! Böylece Hakdan ire sana eltaf!
32. YÜZKIRKDÖRDÜNCÜ MEKTÛB
Bu mektûb, hâfız Mahmûda yazılmışdır. Seyr ve sülûkü bildirmekdedir:
Allahü teâlâ, yüksek derecelerde sonsuz ilerlemek nasîb eylesin! İnsanların efendisi ve mirâc gecesi, Rabbinden ayrılmayan gözlerin sâhibi (s.a.v) hâtırı için, düâmızı kabûl buyursun! Âmîn.
Fârisî mısra tercemesi: Her ne olursa olsun, sevgiliden anlatmak dahâ tatlı!
(Seyr), hareket demekdir. (Sülûk), ilerlemek demekdir. İkisi de ilmin, bilginin ilerlemesidir. Madde hareketi değildir. (Seyr-i ilallah) demek, aşağı bilgilerden, yüksek bilgilere ilerlemek, ilmde durmadan yükselmekdir. Böylece, mahlûklara âid herşey bilindikden sonra, Allahü teâlânın ilmine kadar varılır. Bu bilgiler başlayınca, mahlûklara âid bilgilerin hepsi unutulur. Bu hâle (Fenâ) denir. (Seyr-i fillah) demek, Allahü teâlânın ismleri, sıfatları, şüûn ve itibârâtı ve takdîsâtı ve tenzîhâtı mertebelerinde ilmin ilerlemesi demekdir. Böylece anlatılamayan, işâretle bildirilemiyen ve ism verilemiyen, birşeye benzetilemiyen, kimsenin bilemediği, anlıyamadığı mertebeye varılır. Bu seyre (Bekâ) denir. Üçüncü seyre, (Seyr-i anillah-i billah) denir. Bu da, ilmin hareketidir. Yüksek bilgilerden aşağı bilgilere inilir. Böylece, mahlûkları bilmeğe kadar inilir. Bütün vücûb mertebelerinin bilgisi unutulur. Bundan sonra, dördüncü seyr başlar. Buna (Seyr-i eşyâ) denir. Birinci seyrde unutulmuş olan, eşyânın bütün bilgileri, şimdi yavaş yavaş ele geçer. Bu dördüncü seyr, birinci seyrin tersidir. Üçüncü seyr de, ikinci seyrin karşılığıdır.
Seyr-i ilallah ile Seyr-i fillah, vilâyeti elde etmek içindir. Çünki (Vilâyet), Fenâ ve Bekâ demekdir. Üçüncü ve dördüncü seyrler, davet makâmını elde etmek içindir. Davet makâmı, Peygamberlere mahsûsdur (salevâtullahi teâlâ ve teslîmâtühü alâ cemîihim umûmen ve alâ efdalihim husûsan). O Peygamberlerin hepsine ve ayrıca en üstünleri olana, Allahü teâlânın afv ve selâmları olsun! Peygamberlerin izinde bulunanların en üstünlerine de bu makâmdan bir pay ayırırlar. Yûsüf sûresinin, (Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki, benim yolum budur. Sizi gafletden uyandırarak, Allahü teâlâya çağırıyorum. Ben ve benim izimde bulunanlar çağırıcıyız) meâlindeki yüzsekizinci âyeti bunu göstermekdedir.
İşte tesavvuf yolunun başı ve sonu bunlardır. Bunları, tâlibleri teşvîk ve sâliklerin kıymetlerini bildirmek için yazıyorum. Allahü teâlâ, doğru yolda olanlara ve Muhammed Mustafânın (s.a.v) izinde gidenlere selâmet, iyi yolculuk versin!

21 Şubat 2009 Cumartesi

ŞEYH SEYYİD MUHAMMED RAŞİD HZ'NİN VEDA HUTBESİ

BismillahirrahmanirrahimEllhamdülillahi rabbil âlemîn. Vessalatü vesselamü alâ seyyidina Muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihi ecmain.Allah (c.c.) biz Müslümanlar'a büyük nimetler bahsetmistir. Bu nimetlere çok sükretmemiz lazimdir. Bu nimetlerin birincisi ve en önemlisi Allahü Teala'nin bizi Islâm'la sereflendirmesidir. Bu nimete karsilik Allah'a çok ibadet etmemiz icab eder. Zaten namaz kilmak, oruç tutmak, zekat vermek, sadaka vermek gibi ibadetler de Allah'in bize dünyada bahsettigi en büyük nimetlerden degil midir? Bu ibadetlere karsilik Allahü Teala(c.c.) Müslümanlara cenneti ve içindeki nimetleri hazirlamistir; orada ebedi olarak kalacaklardir. Buna göre ibadetlerimizi arttirmamiz gerekir.Allahü Teala (c.c.) bize hidayet yolunugöstermekle büyük bir lütuf ve ihsanda bulunmustur. Kafirler bu lütfu Rabbani'ye icabet etmediklerinden dolayi onlara ebedi cehennem atesi ve azabini hazirlamistir. Insan söyle bir düsünse, parmagini tuttugu bir mum alevinin verecegi aciya dahi dayanamaz. Bir mum atesine bile parmagini tutamazken nasil olur da ebedi ates olan cehennemlik amelleri isler, günahlardan kaçinmaz ve ibadet yapmaz? Iste bütün bunlari düsünerek ibadetlerimizi artirmaliyiz.Allahü Teala (c.c.) bütün dünyanin servetini bize vermis olsaydi Müslüman olmanin bedelini yine de karsilayamazdik.Bu nimetlerin ikincisi Allahü Teala'nin (c.c.) bizleri en son ve en büyük peygamber Hazreti Muhammed (s.a.v.) ümmetinden kilmasidir. Nasil ki, Hazreti Muhammed (s.a.v.) peygamberlerin en efdali ve en üstünüdür, onun ümmeti de ümmetlerin en üstünüdür. Hazreti Musa (a.s.) Levh-i Mahfuz'a baktigi zamari, orada Hazreti Muhammed (s.a.v.)'in hasletlerini, büyüklügünü, faziletini görmüs de "Ya Rabbi! Keske beni de Hazreti Muhammed (s.a.v.) ümmeti olarak yaratsaydin. Baska birsey istemezdim" diye buyurdugu rivayet edilir. Iste biz böyle büyük bir peygamberin ümmetiyiz. Buna layik olmaya çabalayalim. Hazreti Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edilen bir hadis-i serifte `Benim ümmetimin (ilmiyle amil) alimleri Beni Israilin peygamberleri gibidir. (Bu, büyüklük bakimindan degil hidayet bakimindandir.)" buyurmustur. Eskiden gönderilen peygamberlerin bir kismi yalniz kendisini irsad etmis, bir kismi yalniz kendi aile ferdlerini, bir kismi içinde bulundugu kabilesini, bir kismi da yalniz içinde bulundugu köyü irsad edebilmistir. Hazreti Peygamber (s.av.)'in ümmetinin velileri, mürsid-i kamiller ise daha fazla irsadda bulunarak daha çok kimselerin hidayete ermelerine vesile olmuslardir.Cenabi Hakk'in bizlere farz kilmis oldugu namazda husu ve takvaya da çok dikkat etmemiz gerekir. Namaz peygamber (s.a.v.)'e miraçta farz kilinmistir. ilk önce elli rekat olarak fart kilinmistir. Bu emirle Rabb'in huzurundan dönen Hazreti Peygamber (s.a.v.) altinci kat semada Hz.Musa (a.s.)'in ruhaniyeti ile karsilasir. Hz.Musa (a.s.), Rasulüllah Efendimiz'e (s.a.v.) elli vakit namazin çok oldugunu, bunun ahir zaman üm-metine agir gelecegini, Allah (c.c.)'tan namaz vakitlerini azaltmasi için niyazda bulunmasini söyler. Rasulüllah (s.a.v.) da tekrar Allahü Teala'nin (c.c.) huzuruna varip,elli vakit namazin agir gelebilecegini, vakitleri biraz azaltmasi için Allahu Teala'ya (c.c.) niyazda bulunur. Allahü Teala (c.c.) da namazlari on vakit azaltarak kirk vakteindirir. Rasulüllah Efendimiz (s.a.v.) geri dönerken tekrar Musa Aleyhisselam ile karsilasir. Hazreti Musa (as.) yine bu kadar vakit namazin çok olacagini söyler ve biraz daha azaltilmasi için tekrardan Allahü Teala (c.c.)'nin huzuruna gitmesini söyler. Bu gidip gelmeler birkaç kez daha tekrarlanir ve namaz vakitleri sonunda bes vakte indirilir. Iste böylece Muhammed Aleyhisselam ümmetine her gün bes vakit namaz farz kilinir.Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Musa Aleyhisselam'm bizzat kendisi ile degil ruhaniyeti ile görüsmüstür. Elbetteki Allah'in (c.c.) dostlari ölmez. Onlar için sadece nakil söz konusudur. Mekan degistirirler. Onlarin himmet ve yardimlari daima vardir.Musa Aleyhisselam, Hazreti Muhammed (s.av.)'in ve O'nun ümmetinin fazilet ve büyüklügünü, Allah (c.c.) yanindaki degerini Levh-i Mahfuz'da gördükten sonra söyle der: "Ya Rabbi! Hazreti Muhammed Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in ümmeti olamadim. Bari ümmetini görenlerden olsaydim" deyip derin bir arzu ediyor. O sirada Imam-i Gazali'nin ruhaniyeti (rahmetullahi aleyh) oraya gelir ve Musa Aleyhisselam ile görüsürler. Musa Aleyhisselam; -Sen kimsin? diye sorunca, Imam-i Gazali: Muhammed oglu, Muhammed oglu, Hamid oglu Imam-i Gazali'yim diye cevap verir. Bu cevap üzerine Hazreti Musa (as.): -Künyeni neden bu, kadar uzun söyledin? Yalnizca Imam Gazali deseydin kifayet etmez miydi? diye sorar. Imam-i Gazali de (rh.a.) söyle cevap verir:-Allah (c.c.) Hazretleri ile kelam konusmaya gittigin zaman sana `Sag elindeki nedir?'diye sordugunda, sen onu tanitirken `0 benim asamdir. Ona dayanir ve onunla davarlarima yaprak silkelerim ve onda benim baska hacetlerim de vardir' (Taha, 18) diye uzun uzun anlattin, kisaca cevap verseydin yeterli olmaz miydi?" seklinde sorusuna soruyla cevap verir. Hazreti Musa Aleyhisselam da buna cevap olarak:-Ben Allahü Teala (c.c.) ile biraz daha fazla konusabilmek için uzunca açikladim, der. Imam-i Gazali de (rh.a) cevap olarak: Sen, Allah'in (c.c.) büyük peygamberlerindensin. Kelimullah'sin. Kitab verilenlerdensin. Onun için seninle daha fazla konusabilme serefine nail olmak için uzun açiklamada bulundum, der.Iste Musa Aleyhisselam ile bu derece yakin olabilen Imam-i Gazali (rh.a.) zamaninin en büyük alimlerinden birisiydi. Fakat önceleri tasavvufi yoldan uzak ve bu yolu da benimsemeyen bir zat oldugu, kardesi ile aralarinda geçen bir hadiseden sonra tasavvufa yöneldigi ve kisa zamanda gavs oldugu rivayet edilir.Bizler de içinde bulundugumuz bu nimete layik olmak için çok çalisalim, Hazreti Muhammed Mustafa Sallallahü Aleyhi ve Sellem'e hakiki ümmet olmaya gayret edelim.Padisah ne kadar büyük olursa, hizmetçisi de o kadar büyüktür. Hasan-i Basri (r.a.) bir gün çarsiya çikmis ve bir dükkana oturmus. Bakmis ki bir adam çarsida elini kolunu sallaya sallaya, gururlu ve kibirli bir sekilde geziniyor. Hasan-i Basri (rh.a) sorar." -Bu kimdir ki böyle gururla ellerini kollarini sallaya sallaya yürüyor?" Orada bulunanlar:-Bu sahis padisahin hizmetçisidir. 0nun için böyle gururla yürüyor" derler.Bunun üzerine Hasan-i Basri (rh.a.):"-Ben de sultanlar sultani Allahü Teala'nin (c.c.) kuluyum. Ben neden bu adamdan daha iyi yürümeyeyim" der ve çarsinin içinde ellerini kollarini sallaya sallaya bir müddet gezinir.Bizim de üzerimize düsen, sultanlar sultanina çok ibadet edip, çok çalismamizdir. Zaten Allahü Teala (c.c.) "Insanlari ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattim" diye buyurmustur (Zariyat). O'na layik olmaya çalisalim. Bizlere bildirmis oldugu hayirlari yapmaya gayret edelim. Zaten Allahü Teala da (c.c.) söyle buyuruyor. "Azaba duçar olmadan önce (tevbe edip) Rabbiniz'e dönün ve ona teslim olun.Sonra yardim olunmazsiniz. Ansizin haberiniz olmadan azap size gelmeden önce Rabbiniz'den size indirilenin en güzeline (nehyedildiklerinizi birakip emrolunduklaniza) tabi olun." (Zümer, 54-5) Dünyada yapilan günahlarin hesabi, azabi ve cezasi ahirettedir. Ölmeden önce iyi amelde bulunmaya acele edin. Bir insan tek basina, yalnizken, günah isleme firsati oldugu halde, Allah'tan (c.c.) korkarak o günahi islemezse, Allah (c.c.) ona çok büyük ecir ve sevap veriyor. Bu davranis (günahtan kaçis) mümin için en hayirli istir. Bu hal imanin kemale erdiginin alametidir.Kalabaliktan çekindigi için günah islemeyen kimseye sevap yoktur ama yalnizken ve elinden geldigi halde, yapabilecek durumdayken günah islemeyene çok sevap vardir.Herkesin birbirinden kaçacagi o günde, bütün insanlar hesaplari görüldükten sonra bir kismi cennete bir kismi da cehenneme gitmek üzere ayrilirlar. Daha sonra herkes ayrildiklari yerlerine gitmeden önce; anne, baba, ogul, kiz hepsi birbirlerine sarilip vedalasirlar. Onlarin bu vedalasmalari 500 yil sürer. Vedâalasma bitince melekler onlara gelecek ve " Vedalasma bitmistir. Artik birbirinizden ayrilin" diyeceklerdir.Sonra da herkes hak ettigi yere gönderilecektir. Cehenneme gidenlere Allah (c.c.) seslenir:" -Ey Adem ogullari! Seytana itaat etmeyin, o sizin apaçik düsmaninizdir, bana itaat edin, dogru yol budur, diye size bildirmedim mi?" (Yasin, 60-61)Yine Allahü Teala (c.c.) söyle buyurur:" -Bugün onlarin agizlarini mühürleyecegiz. Elleri bize konusacak ve ayaklari da neler isledilerse ona sahitlik edeceklerdir."(Yasin 65).Insanlarin omuzlarinda iki melek vardir. Islenen günahi tevbe edebilir diye sagdaki melek soldakine yirmidört saat yazdirmiyor. Bu vakit zarfinda tevbe etmezse, defterine bir günah yaziliyor. Sevap melegi ise, her sevap ve iyilik için ondan yediyüz katina kadar sevap yazdigi oluyor. Hiç beklemeden hemen yaziyor. Bundan büyük bir nimet olur mu?Allahü Teala(c.c.) kulunu bagislayip affetmek için adeta ufak bir bahane ariyor. Madem Allah (c.c.) bahane ariyor, biz de gayret edelim. Dünya ile magrur olmayalim, ona kanmayalim.Sofiler ayakta çok beklediler. Onun için sohbetime burada nihayet veriyorum. Allah (c.c.) hepinizden razi olsun. Insaallah nasib olursa cumaya kadar evimize dönmek niyetindeyiz. Bu maksatla buradan ayriliyoruz. Allah (c.c.) hepimizi affetsin, insaallah.

20 Şubat 2009 Cuma

EFENDİMİN EFENDİSİ


Gavs Hazretleri efendilerle beraber.
Eşşeyh Seyyid Abdulhakim Bilvanisi(Gavs Hazretleri).Suriye'deki Şah-ı Hazne'den emanet alıp getiren Allah Dostu.

SEN OLMASAYDIN


Şeyh Seyyid Muhammed Raşid Hz'ri göz bebeği Seyyid Fevzeddin Hz'ri ile.

Eşşeyh Seyyid Muhammed Raşid Hz'nin gençliği
Eşşeyh Seyyid Muhammed Raşid Hz(G.S.A)
Ben ibadet etmezdim.Rabb'ımı, Resulullah'ı,tanımamı sağlayan,dinimi bana aşk yapan sensin.Sen olmasaydın ,yaratılanı yaratandan ötürü sevmezdim.İncinsem de incitmemeyi,ölmeden önce ölmeyi,doğru yolda yürümeyi senden öğrendim.Ben şimdi,insanlara,kendime,dinime,hayata küsmüş olurdum,sen olmasaydın.
Allah(cc)makamını YÜCELTSİN.Allah(cc)rahmet etsin.Benim efendim.

5 Şubat 2009 Perşembe

Oğlum Muhammed Emin Kivresi Ahmet Efendi ile Çerkez Ali Çavuş'un arasında.
Rabbim onu da onların yolunda daim eylesin

KAYAN YILDIZLARIMIZDAN

Kozan'ımızın kendini gizleyen eşsiz sahsiyetlerinden bir Allah dostu.
Çerkez Ali Çavuş.Allah yattığı yeri nur etsin.Ahmet Efendi ile sağlığında yanına ziyarete gitmiştik.